Gönüllü Yazar/Paylaşımcı - Leyla İrten


 

Sanat insanın kendisi ve çevresini, kavramlarını, çıkmazlarını, neşesini, kederini ortaya birçok farklı araçla ortaya koyması değil midir?
Bir müzisyen notalarla duyguları titretirken , bir tiyatro oyununda oyuncuların capcanlı performansları güldürüp, düşündürürken, ya da renklerle, figürlerle koca bir düşünceyi ortaya  koyan tual karşısında şekilden şekile ruh halleri...sanatçıya duyulan hayranlık hatta ayrıcalıklı anlatımı nedeniyle hissettirdiği ulaşılmazlık...

Tümü; insan var oldukça şekil, araç değiştirerek sahnelenecek, konser salonlarını dolduracak, tuvallere yansıtılacak ama hep var olacak, var olsun da...

Belki de “insan var oldukça” ifadesini, “üzerinde yasadığımız bu gezegen var oldukça” ile değiştirmek daha doğru olacak. Çevre ve insan ilişkisi; huysuz, tatminsiz bir meraklının kendi yaşadığı evi, aradığı her ne ise; bulamadığı iç huzur mu, neyse; onun için, talan etmesine benzemiyor mu? Bu kadar masum olsa keşke...geri döndürülemeyecek zarar vermesinden söz ediyoruz aslında...

 

Profesör Dr. Tuncay Neyişçi, bir ekolog, hayatını doğanın sunduklarının insanla ilişkilerini, doğanın kendi düzenini ve bu düzenin korunma yöntemlerini incelemeye adamış bir bilim insanı. 

İnsanlığın kat ettiği uzun medeniyet yolunda, bir dışavurum aracı olan sanatın çevreden etkilenmesi, dolayısı ile çerçevenin kendisi, “çevre-ekoloji” üzerine Sayın Tuncay Neyişçi ile keyifli bir sohbetimiz oldu.

Ekolojinin dokunduğu çok çeşitli disiplinleri, Sayın Neyişçi’nin incelemesiyle, aslında bu dallara uzak olanlarda da birçok ışık yakacak nitelikte. Ekolojinin sanatla ilişkisini ifade ederken, örneğin Picasso’nun eserlerinde kübizmle vurgulayarak verdiği mesajlar, sanatın neresinde durursak duralım, bildiklerimizi tekrar gözden geçirme isteğine yöneltiyor.

Sayın Neyişçi, “Ekoloji”, nedir, ne değildir?

Sanat ile ekoloji arasındaki etkileşimi anlayabilmenin ötesinde, evrendeki (doğadaki de diyebilirsiniz) yerimizi ve işlevimizi anlayıp kavrayabilmek bu soruya yanıt aramakla başlar, başlamalı diye düşünüyorum. Ekoloji “Büyük Patlama” ile başlayıp şu ana kadar olup bitmiş ve sürmekte olan her türden ilişki ve etkileşimi içeren bilim, araç, yöntem, vb. gibi bir alandır.

İki binli yılların başında (25 Aralık 2004) Cumhuriyet Bilim Teknik’te yayınlanmış bir makalemde arkadaşım mimar ve şair Cengiz Bektaş’ın, bir kültür insanı olarak kendinin 3 000 yaşında olduğunu dile getirdiğini yazmıştım.  Kültürün en azından 3 000 yıllık bir geçmişinin olması sayın Bektaş’a bu hakkı verir elbette. Aynı makalede bir ekolog olarak kendimi 14,6 milyar yaşında hissettiğimi iddia ediyorum. Yani doğum tarihim “Büyük Patlama”. Bir kültür insanı olan Bektaş’ın kendini kültürle, bir ekolog olan Neyişçi’nin kendini evrenle aynı yaşta kabul ediyor olmasının nedeni aynı. Her sonraki tekilin önceki çoğulun eseri oluşu. 

Ölçeği küçültüp, evrenden dünyamıza sığındığımızda geçmişimiz 4 küsür milyar yıla, daha da küçültüp insana ulaştığımızda yaşımız yaklaşık 25 bin yıla düşer. Bir başka anlatımla, insanın ortaya çıkışı için evren ve dünyamız milyarlarca yıl uğraşmak zorunda kalmıştır.

Ekoloji; insanı, diğer canlı ya da cansızlar gibi, ekosferin sıradan bir bileşeni olarak görür. Gregory Bateson’a göre akıl, bilgi, teknoloji diye tanımlanan özellikler insan yapımıdır ve aslında sadece insana değil tümüyle ekosfere içkindir. Bilgi farklılıkların farkına varmakla elde edilir. Canlılar bu farklılıkların sınırlı bir bölümünü algılayabilirken çok daha geniş bir bölümüne kapalıdırlar. Örneğin;  biz insanların algıladığımız sesler, kokular, renkler, vb. diğer canlıların algıladıklarından çok farklı olabilir. Bir köpek bizim algılayamadığımız kokuları, bir kuş duyamadığımız sesleri algılayabilirken, benim yeşil olarak gördüğüm bir yaprağı bir baykuş kırmızı olarak görebiliyor.

Sanatta ekolojinin etkileri dersek? Bundan hareketle; örneğin resim sanatında; ekolojiyi bilinçli veya gayri ihtiyari referans aldığını düşündüğünüz örnek(ler)i paylaşır mısınız?

Sanatta doğaya açılım hareketinin başlaması ile ekoloji kavramının ortaya atılışı aşağı yukarı eşzamanlı olarak 19. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmış ve 20. Yüzyıl ile ivme kazanmaya başlamıştır. Yirminci yüzyılın ilk yarısı sanat alanında gerçekleştirdiği kökten değişimler nedeniyle “Picasso Yüzyılı” olarak anılabildiği gibi, ikinci yarısı yaşanan ekolojik sorunlar nedeniyle “Ekoloji Yüzyılı” olarak da anılabilmektedir. Bir başka ifade ile 20. yüzyıl “Picasso ve Ekoloji Yüzyılı” olarak kabul edebilir.

Picasso aslında sanat dünyasında yaklaşık 500 yıldır sürdürülmekte olan sanatçı ile eseri arasındaki perspektif estetik doğaya sadakat gibi sürekli tekrarlanan durağan, bir anlamda mekanik zihinsel alışkanlık paradigmasını kökten yıkarak sanatçıyı aktif olarak eserine dahil eden, eseriyle bütünleşmesine yol açan dinamik ve bütüncül bir yaklaşıma geçmesine yol açmıştır. Tuvale, dolayısıyla esere hükmetmeyi değil tuvalinin parçası olma yolunu açmıştır. Bu ekolojinin insanı doğanın egemen türü olarak değil sıradan bir türü olarak görmesiyle birebir örtüşmektedir.

En az bunun kadar önemli olan Picasso’nun “Eser yapılmaya başlar başlamaz bitmiştir” ifadesidir. Bu etkileşim ve sürecin belirleyiciliğine vurgu yaptığı kadar sanatçının kimliğine, ne olduğuna da gönderme yapan bir söylemdir ve ekolojik paradigmanın 20. yüzyılın ikinci yarısında izole nesnelerin yerine sürekli değişip dönüşen süreçlerin geçmiş olması gerçeğiyle örtüşmektedir. Bu aynı zamanda Picasso’nun “ “Önemli olan sanatçının neyi nasıl yaptığı de

ğil ne olduğu” söylemini de desteklemektedir. Vurgunun nesneden özneye aktarılması yapılanın, üretilenin özne ile bağımlılığını, ilişkisini ön plana çıkarmakta ve tekil öznenin kendi dışındaki çoğul ilişkilerin bir toplamı olduğu ekolojik söylemiyle uyumludur. En ünlü eserlerinden biri olan Guernica aslında özne merkezli bir sürecin resmidir.  (bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Guernica_%28tablo%29)

Picasso’nun bana göre yeni ekolojik paradigmaya en uygun düşen, ya da yeni ekolojik paradigmaya yaptığı en önemli katkı sanatta görme eylemini konudan önemli görmesidir. Görme eylemine görünmeyeni görebilme, görülmek isteneni farklı noktalardan, farklı gözlerle görebilme yeteneğini de ekleyerek yeni boyutlar kazandırmaktadır.  Profilden görünmesi olası olmayan ikinci gözü görünür kılması bunun en belirgin örneğidir.

Örnekler çoğaltılabilir ancak Picasso bir sanatçı olarak kendinden önce ve kendisiyle aynı dönemde yaşamış olan, John Muir, Henri David Thoreou, Aldo Leopold, Arne Naes gibi doğa sever ve ekologlardan etkilenmiş olduğu gibi onlara ilham vermiş de olabilir.

Picasso ya da 1960 sonrasında “Yeryüzü Sanatı”, “Ekolojik sanat”, “Arazi Sanatı”, “Çevresel Sanat” gibi adlar altında yeni yapılanmaların ve Agnes Denes, Robert Smithson, Andy Warhol, Newton Harrison gibi sanatçıların ortaya çıkması bu köklü değişimin yansımaları olarak görülebilir.

 

Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde verdiğiniz Doğa ve Sanat konularında derslerin gerçekten bu yönde çok farklı ufuklar açtığı kesin.

Bu çerçevede  bir ekolog olarak görüşleriniz?

Orman Mühendisi kökenli bir ekolog olarak ben Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimamari ve Çevre Tasarımı Bölüm Başkanlığı’ndan emekli oldum. Kadrosunda doğa bilimci bulunduran bir başka Güzel Sanatlar ve Mimarlık Fakültesi örneği var mıdır? Sanmıyorum.  Bunun başta akademisyenler olmak üzere, pek çok kimseye tuhaf göründüğüne yaşayarak tanık olduğumu itiraf etmeliyim.  Oysa sanatçılar ve mimarların büyük bölümünün kendilerini doğa ya da ekoloji konularına duyarlı olarak tanımladıklarına da bizzat tanıklık ettim.  Siz de etmiş olmalısınız. Peki çok farklı yöntemleri olan doğayı algılama, anlama, okuma ve kavrama nasıl öğrenilecek, kimden öğrenilecek? Asıl tuhaf olan bu. Oysa ekoloji,  günümüzde 19. yüzyılın ortalarındaki tanım ve anlamından çok farklı bir içeriğe dönüşmüş bulunuyor. Bu dönüşüm ekolojik bakış açısı içselleştirilemeden kavranamaz.

Ekoloji somut ya da soyut herhangi bir nesne, olay ya da süreci bir kürenin merkezine koyar ve ona küre üzerindeki her noktadan (sonsuz sayıda) bakarak inceler. Bakılan nokta değiştikçe incelemeye alınan nesne az ya da çok değişir. Yermez, her noktadan farklı gözlerle (Tuncay, Hans, rüzgar, toprak, deprem, kaplumbağa, vb.) bakmaya, anlamaya çalışır. Bakılan noktanın ve bakan gözün değişmesinin değer, tanım, algı değişmesine de yol açacağı gözden kaçırılmalıdır. Bu, yerine göre, kendimize (insana) özgü değerlerden tümüyle soyutlanmayı da zorunlu kılabilen edinilmesi güç bir kavrayıştır.   Doğa bilimci, doğa sanatçısı, doğa sever, vb. olabilmek için bu nitelik ve kapsamda bir anlayışa sahip olmak gerekliliği biliniyor olmalıdır.  Vermeye çalıştığım “Doğayı Algılama”, “Doğada Renk ve Biçim”, “Ekolojik Tasarım”, Doğanın Dilini Öğrenmek” gibi derslerin temel amacı böyle bir bakış açısının geliştirilmesine katkı sağlamaktı. Başarılı olabildiğimi sanmıyorum…

Bir  şehir ve etrafında, bu disiplinin eğilmesi ve yakından incelemesi gerekecek en can alıcı örnek(ler) desek?

Paris hangi temel nedenle dünyanın en çok ziyaretçi çeken, ve aşıklar kenti olarak da ünlü kentidir? Konumuzla ilgili olarak, Paris sanatçılar tarafından da en çok tercih edilen ya da en çok sanatçı yetiştirmiş kentlerinden biridir. Bu sorunun tek bir yanıtı vardır. Paris kentinin ağaçlandırma ve bitkilendirme planının olması. Ünlü Eiffel Kulesi, Louvre Müzesi, Champ Elysees Caddesi, vb. önemlidir ancak hangi mevsim ya da ay giderseniz gidin, aynı görünümü sergilerler. Paris’i sürekli değiştirip dönüştüren ona her ay farklı görünümler kazandıran ağaçları, bitkileridir. Bu nedenle Paris ilkbaharda farklı, sonbaharda bambaşka bir Paris’tir. Aralık ayının Paris’i ile nisan ayının Paris’i kesinlikle birbirine benzemez. İnsanları, binaları, havayı, kuşları, suyu kısacası yaşamı mutlu, yaratıcı, yaşanabilir yapan bu değişim ve dönüşümdür. Burada kent insanları aşık olmaya, sanatçı olmaya zorlar adeta. Bu kadar basit.

 

Champs Elysees Caddesi’nin her iki kenarını süsleyen atkestanesi ağaçlarının 19. yüzyıl ortalarında İstanbul’dan getirildiğini, hangi ağaçların nerelerde oldukları ve hangi aylarda çiçek açtıklarını gösteren haritaları bulunduğunu biliyor muydunuz?

Bugün Türkiye’nin dünya çapı şehri İstanbul’da örneğin; kaç atkestanesi ağacı var? sorusuna yanıt verecek durumda değiliz. İstanbul örneğinden devam edecek olursak; ülkemiz için çok önemli bu kent, giderek hem betonlaşıyor hem de diğer kentlerimiz gibi monotonlaşıyor.  Betonlaşmadan kastedilen ağaçlık, ormanlık alanların, rant adına betona dönüştürülmesini kastediyorum. Oysa rant ağacı ve ormanı koruyarak da artırılabilir. Hem de sanılanın çok üzerindeki oranlarla. Bizim kentlerimizin ağaçlandırma planları olmadığından genellikle, beton gibi, yıl boyu yeşil olan yani monoton bir görüntü sergileyen ağaçlar kullanılmaktadır. Bu durumda ağaçlar kent içindeki hava ve yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen araçlara dönüşmektedirler. Ne demek istediğimi anlamak için çevrenize eleştirel bir gözle bakmanız yeterlidir.

Sayın Neyişçi, insana/doğaya/yapılara/sanata dair faaliyetlerinizden hareketle, Birleşmiş Milletler’in (https://arcg.is/0uXjK90 ) dünya iklimine yönelik, genel durum ile ilgili raporunda değinilen, oldukça kompleks, bir çok nedene bağlı iklim değişikliği olgusu çerçevesinde herhangi bir büyükşehir belediyesinin yönetimine önerileriniz ne olurdu?

Aslında Picasso/Ekoloji arakesiti hakim paradigmanın ekonomiden ekolojiye kaydığı bir dönüm noktası olarak da görülebilir. Biz hala, eğitim başta olmak üzere, ekonomik paradigmadan ekolojik paradigmaya geçiş yapamadığımız gibi, ekolojiyi romantik bir konu olarak görüyoruz.  Ekonominin bizatihi kendisinin, Paris örneğinde olduğu gibi, ekolojikleştiğinin farkında bile değiliz. Farkına vardığımızda keyifle yaşanabilir, sanatı ve sanatçısı bol, çevresel ve ekolojik sorunları asgariye indirilmiş kentlerde yaşayabilmemizin de önündeki engellerin kalkmış olduğunu görebileceğiz. Ağaçlandırma ve bitkilendirme planları olan ekolojik kentler iklim değişimini engelleyebilmenin temel mekanlarıdır. İki temel nedenle; nüfusun çoğu buralarda yaşıyor, karaların çoğu kentliler tarafından alınıyor.

Ekoloji anlayışımız geliştikçe ekonomimiz, eğitimimiz, sanat anlayışımız, yaşam niteliğimiz de gelişecektir. Kesinlikle…

Ek bilgilendirme : İklim krizine karşı yapılacaklarla ilgili bkz. bağlantı :

https://www.unep.org/interactives/things-you-can-do-climate-emergency/?gclid=Cj0KCQiAm5ycBhCXARIsAPldzoW224ulqQ8nsoS3JhuNpYRfbqbZAE91a5hr5lbhsj0zvJJEXJcMyUsaAnaGEALw_wcB

Dünyada bulunduğumuz süreci keyifli kılan “sanat”a dokunuşunun bir adım sonrasında aslında varoluşumuzun devamlılığı ile ilgili, iklim ve çevre konusunda

Sayın Tuncay Neyişçi’nin değerli görüşleri için çok teşekkür ediyorum.

Umarız, bu yazımızda değinilen konular; sanatla ilgili, kent yönetimleri ile ilgili, çevre sorunları ile ilgili, aslında geleceğini düşünen, her bir kimseyi düşündürmüştür.

Klasik söylemle tekrarlamak gerekirse; her birimiz, çevre ile ilgili; ortaya koyduğumuzla, planladığımız ya da, maalesef, planlayamadığımızla ilgili, bize bir arpa boyu yaşamımız için emanet edilen bu dünyaya, çocuklarımıza, gelecek nesillere karşı sorumluyuz.

Harekete geçmek zor değil, değişim kendimizde başlıyor! Her birimiz, her bir yaşam alanı, her bir kent, yaşanabilir dünyanın sürekliliği yolunda değişim için istekli miyiz?

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmadı.

Yorum Yaz


En fazla 500 karakter. 500 karakter kaldı.